Suudi Arabistan yönetiminin ekim sonunda Lübnan’ın Riyad Büyükelçisini sınır dışı etmesi ve Beyrut’taki Büyükelçisini geri çağırması, iki devlet arasında yeni bir krizin kapısını araladı. Suudilerin diplomatik ilişkileri kesmekle yetinmeyip Lübnan’dan yapılan ithalatı durdurma kararı alması ise zaten ekonomik çöküş içindeki ülkeye ağır darbe oldu. Ardından Kuveyt, Bahreyn ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi Körfez ülkelerinin de Lübnan’a karşı benzer bir tavır almasıyla kriz bölgesel bir boyuta ulaştı. Bu sert tepkilerin görünürdeki nedeni, Lübnan Enformasyon Bakanı George Kardahi’nin Yemen’deki savaşla ilgili Ağustos ayında yaptığı Suudi Arabistan’ı suçlayan açıklamalardı.
Krizin tek nedeni Kardahi’nin açıklamaları mı?
Suudi sermayeli MBC TV’de sunduğu yarışma programıyla Arap dünyasında meşhur olan George Kardahi, eylülde kurulan yeni Lübnan hükümetinde bakanlık koltuğuna oturmuştu. Kardahi gibi Arap dünyasında geniş bir kitleye hitap eden saygın ve sevilen bir televizyoncunun Yemen’deki savaş hakkında yaptığı açıklamalar Suudileri çok öfkelendirdi. Bu öfkenin Lübnan’a yönelik sert diplomatik, ekonomik yaptırımlarla gösterilmesi ve Hizbullah’ın Riyad-Beyrut ilişkilerinde en önemli sorun kaynağı olarak suçlanması, krizin sadece Kardahi’nin açıklamalarıyla sınırlı kalmadığını gösteriyor. Bu bağlamda Suudi Arabistan ile İran arasındaki bölgesel çekişmelerin ve Lübnan’da yaklaşan seçimlerin bu krizle doğrudan ilişkili olduğu aşikar.
Suudiler, Lübnan siyasetini etkilemeye yönelik bu girişimlerden de netice alamayınca bu kez ülkedeki Maruni liderlere yönelik yeni bir siyaset izlemeye başladı. Bu yeni siyaset açısından önemli bir dönüm noktası, Maruni Patrik Bişara er-Rai’nin 2017 yılı sonunda Riyad’a yaptığı tarihi ziyarettir.
Suudi yönetimi, İran’ın bölgede artan nüfuzu ve Hizbullah’ın Lübnan ile çevre ülkelerdeki faaliyetlerini kendine yönelik tehdit olarak algılıyor. Kuşkusuz Lübnan istikrarsız ve dış müdahaleye açık yapısıyla bölgesel rekabetlerin ve düşmanlıkların sergilendiği bir çatışma alanı. Suudiler, Taif Antlaşması’ndan sonraki süreçte Refik Hariri gibi Sünni siyasetçiler aracılığıyla ve ekonomik gücüyle Lübnan siyasetinde kendine bir nüfuz alanı oluşturdu. 2005’teki Hariri suikastı ise Suudileri Lübnan siyasetinde ortaya çıkan kutuplaşmada Suriye karşıtı koalisyonun en önemli destekçisi haline getirdi. Bundan sonra Lübnan’da Suudiler ve destekledikleri aktörler sık sık İran ve Suriye’nin desteklediği Hizbullah liderliğindeki ittifakla karşı karşıya geldi. Bu nedenle ülke siyaseti büyük ölçüde bu iki kutuplu rekabet çerçevesinde şekillendi.
Körfez’in ekonomik gücü
Suudi Arabistan’ın Lübnan siyasetini etkilemeye yönelik kullandığı en iyi aracın ekonomik güç olduğu malum. Lübnan’ın ticaret, turizm ve bankacılık sektörü üzerine kurulu ekonomisinin ülke dışından gelen sıcak paraya ve yatırımlara bağımlılığı, Lübnanlıların Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle ilişkilere özel bir önem vermesini beraberinde getiriyor. Hatta Lübnan’daki farklı çevrelerde son yıllarda yaşanan ekonomik çöküşten kurtulmak için Körfez ülkelerinin desteğinin hayati olduğu yönünde genel bir kanı hakim. Kuşkusuz bu ekonomik destek ihtiyacı ve bağımlılık, Lübnanlıları bazen istemeyerek de olsa bu ülkelerin baskılarına boyun eğmek zorunda bırakıyor. Nitekim Lübnan’a yönelik son diplomatik ve ekonomik yaptırımlar karşısında hükümet ve siyasetteki isimlerin büyük kısmının ılımlı tavırları ve Suudi Arabistan’la ilişkileri onarma yönünde yaptıkları açıklamalar şaşırtıcı değil. Ayrıca Lübnanlıların sıkça dile getirdikleri ülkenin bağımsızlığı ve egemenliğine dair söylemler de çoğu zaman bu ekonomik bağımlılık yüzünden arka plana itilerek anlamını yitirebiliyor.
Suudiler, muhtemelen Kardahi olayını da benzer bir şekilde neticelendirmek istiyor. Tabii, Vehbe’nin Özgür Yurtsever Hareket’ten, Kardahi’nin de Marada Hareketi’nden bakan olmaları, bu güç gösterilerinde Hizbullah’ın müttefiki olan iki Maruni partinin hedef alındığına işaret ediyor.
Suudi baskısı neyi hedefliyor?
Öte yandan Suudi Arabistan’ın uyguladığı sert yaptırımların Hizbullah’ın Lübnan’daki siyasi ve askeri gücü üzerinde önemli bir tesir uyandırması mümkün görünmüyor. Suudi yetkililerin Lübnan hükümetinden Hizbullah’a karşı adım atmasına yönelik talepleri de mevcut konjonktürde gerçekçi bir yaklaşım değil. Öyleyse Suudiler bu sert yaptırımlarla ne yapmayı hedefliyor? Zaten ekonomik olarak çökmüş küçük bir devlete diz çöktürmeye çalışmak ne anlama geliyor?
Bu noktada, Suudi Arabistan ile Lübnan arasındaki yaklaşık son sekiz ayda ortaya çıkan bazı gelişmelere bakmakta fayda var. Mayıs ayında da Lübnan Dışişleri Bakanı Şerbil Vehbe’nin bir televizyon programında Suudi Arabistan ve Körfez ülkelerine yönelik suçlamaları, küçük çaplı bir krizi ortaya çıkarmıştı. Bu kriz, Vehbe’nin görevinden istifaya zorlanmasıyla büyümeden engellendi. Kuşkusuz Lübnanlı Hıristiyan bir bakanın istifaya zorlanması Suudiler açısından bölgesel bir güç gösterisiydi. Suudiler, muhtemelen Kardahi olayını da benzer bir şekilde neticelendirmek istiyor. Tabii, Vehbe’nin Özgür Yurtsever Hareket’ten, Kardahi’nin de Marada Hareketi’nden bakan olmaları, bu güç gösterilerinde Hizbullah’ın müttefiki olan iki Maruni partinin hedef alındığına işaret ediyor.
Suudi Arabistan, 2005’ten beri Lübnan’da Suriye karşıtı koalisyona destek verse de Hizbullah’ın ülke içinde nüfuzunu arttırmasını ve ülke siyasetinde başat bir güç odağı haline gelmesini engelleyemedi. Hatta Hizbullah bu süreçte Suriye’deki iç savaş koşullarını kendi askeri gücünü göstermek için kullanmakla kalmadı. Aynı zamanda önce müttefiki Mişel Avn’ı Lübnan’da devlet başkanı seçtirmeyi başardı. Ardından 2018 seçimlerinden parlamentodaki gücünü arttırarak çıktı. Bu durum Suudiler tarafından Lübnan’daki Sünni kesimin liderliğini yapan Saad Hariri’nin yetersizliği olarak görüldü. Nitekim 2018 seçimleri öncesi Hariri’nin Riyad’da rehin alınması ve Sünni liderlik için Eşref Rifi gibi Hizbullah’a karşı sert söylemler benimseyen siyasetçilerin ön plana çıkarılması bu bağlamda değerlendirilmeli.
Suudi yönetimi, İran’ın bölgede artan nüfuzu ve Hizbullah’ın Lübnan ile çevre ülkelerdeki faaliyetlerini kendine yönelik tehdit olarak algılıyor. Kuşkusuz Lübnan istikrarsız ve dış müdahaleye açık yapısıyla bölgesel rekabetlerin ve düşmanlıkların sergilendiği bir çatışma alanı. Suudiler, Taif Antlaşması’ndan sonraki süreçte Refik Hariri gibi Sünni siyasetçiler aracılığıyla ve ekonomik gücüyle Lübnan siyasetinde kendine bir nüfuz alanı oluşturdu.
Seçimlerin arifesinde Suudi-Maruni ittifakı olasılığı
Suudiler, Lübnan siyasetini etkilemeye yönelik bu girişimlerden de netice alamayınca bu kez ülkedeki Maruni liderlere yönelik yeni bir siyaset izlemeye başladı. Bu yeni siyaset açısından önemli bir dönüm noktası, Maruni Patrik Bişara er-Rai’nin 2017 yılı sonunda Riyad’a yaptığı tarihi ziyarettir. İlk kez bir Maruni patriğin Suudi Arabistan’ı ziyaret etmesi, o sıralarda bölgedeki Müslüman-Hıristiyan ilişkileri açısından yeni bir sayfanın açılması şeklinde yorumlandı. Rai’nin geçen yaz Bkerke’deki patrikhane binasında Suudi Arabistan’ın Beyrut Büyükelçisi Velid bin Abdullah el-Buhari’yi ağırlaması, pek çok kişinin gözünden kaçsa da Lübnan siyasetinde önemli neticeler doğurabilecek bir gelişme oldu.
Bkerke’de yapılan törende Başrahip Antoine Daou tarafından kaleme alınan "Maruni Patrikhanesi’nin Suudi Arabistan Krallığı ile İlişkisi" adlı bir kitabın tanıtımı yapıldı. Rai’nin Suudi Arabistan’ın Lübnan’ın içişlerine karışmadığını ve ülkenin egemenliği için bir tehdit olmadığını belirttiği konuşması ise iki taraf arasındaki ilişkilerin ulaştığı seviyeyi herkese göstermiş oldu. 2011’de göreve geldiğinden beri ülke içinde ve dışındaki faaliyetleriyle sıra dışı bir patrik izlenimi veren Rai’nin 2020 Ağustos’undaki Beyrut Liman patlamasından sonra ülke siyasetine daha fazla müdahil olduğunu söylemek mümkün. Öyle ki Rai’nin siyasete bu kadar müdahil olması kilisenin Maruni toplumu üzerindeki tarihsel liderliğini yeniden canlandırmaya yönelik bir girişim olarak da değerlendirilebilir.
Son zamanlarda Lübnan siyasetinden ön plana çıkan diğer bir Maruni aktör de Suudi yönetimiyle ilişkileri Maruni Kilisesi’nden daha eski olan Lübnan Kuvvetleri’nin lideri Samir Caca’dır. Caca, geçen yaz Rai’nin Bkerke’de yaptığı konuşmanın ardından el-Buhari’yle görüşmüştü. Bu görüşme sırasında Suudi Arabistan’ın Lübnan’a yönelik katkılarını öven bir konuşma yapmıştı. Caca’nın Suudilerle ilişkilerini bu kadar açık bir biçimde sergilemesi onun seçimler öncesinde Suudi yönetiminden siyasi ve ekonomik destek beklentisi içinde olduğu söylentilerine neden oldu. Ekim ayında Beyrut’ta yaşanan sokak çatışmaları sırasında Caca’nın doğrudan Hizbullah’a meydan okuması ve Suudilerin bu çatışmaya yaklaşımı ise bu söylentilerin gerçekliğini kanıtlar nitelikte. Nitekim gelecek yıl yapılacak seçimlerde Mişel Avn’ın damadı Cibran Basil’in yanı sıra devlet başkanı adayı olarak Caca’nın adı da geçiyor. Kuşkusuz Lübnan’da seçimler yaklaştıkça Patrik Rai ve Caca’ya olan Suudi desteğinin sınırlarını ve diğer Maruni aktörlerin bu duruma tepkisini daha açık bir biçimde görmek mümkün olacaktır.