Doç. Dr Helin Sarı Ertem Türkiye-ABD ilişkilerini AA Analiz’e değerlendirdi:
Türk-Amerikan ilişkilerinin son yıllarda yaşadığı inişli-çıkışlı seyir kolay yorumlanabilir değil. Üst üste yaşanan sorunlar, derin bir güven bunalımından çok daha büyük bir krize işaret ediyor. Bu durumu farklı boyutlarıyla ele alınabilecek bir “kimlik krizi” şeklinde tanımlamak mümkün. Bu kimlik krizi, her iki taraf için ayrı ayrı ele alınabilecek özgün nitelikler kadar yaşanan ortak gerçekliklerden de besleniyor.
Türk-Amerikan ilişkilerinde “kimlik krizi”
Genelde kimlik, özelde kimlik krizi kavramlarının psikoloji ve sosyolojiden sonra siyaset bilimi alanına taşınması daha çok Vietnam Savaşı’nın yarattığı atmosfere dayanıyor.[1] Benlikle ilgili geçici bir istikrarsızlık hali olarak ele alınabilecek “kimlik krizi”, uzunca bir zamandır uluslara ve devletlere dair siyasi analizlerde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Türk-Amerikan ilişkilerini bugünkü açmaza iten ana unsur hem Türk hem de Amerikan toplumunun süregiden kimlik krizleri nedeniyle birbiriyle çelişkili, istikrardan uzak eylemler içinde olması. Bunu iki açıdan ele almak mümkün: i) Türk toplumu, Batı’ya yönelik öfke ve güvensizliği bir türlü aşamadığı; “Batıya rağmen Batılı olmaya çalıştığı” duygusal bir ikilemden mustarip ve bu ikilemin devamı için Batı hata üstüne hata yapıyor. Bu gerilim ve güvensizlik haline ilaveten mevcut sistemin çok kutuplu yapısı ayrı bir aidiyet sorunu daha yaratıyor. ii) Giderek çok-kimlikli bir hal alan ve sayısız alt kimliğe bölünen Amerikan halkı, 21. yüzyılda yeni bir “Büyük Strateji” ortaya koymakta zorlanıyor. Çin, Hindistan ve Rusya gibi rakip güçlerin yükselişi ile ortaya çıkan baskı, bu kimlik krizini perçinliyor.
Dolayısıyla her iki tarafın kendine özgü yanları olsa da ortaklaşan bir kimlik krizi sorunu var. Bu kriz ikili ilişkileri derinden etkilerken, sistemik bazda da “yola nasıl devam edileceği” konusunda kafa karışıklığı yaratıyor. Bu da inşacı teorinin “kimlik çıkarları da dış politikayı etkiler” düşüncesi[2] ekseninde yaşanan çelişkileri koca bir yumağa dönüştürüyor.
“Batıya rağmen Batılı olmak” mümkün mü?
Türk toplumunda “Batıya rağmen Batılı olma” çabaları Cumhuriyet döneminin çok daha öncesinde başlayan, üç asrı aşkın bir geçmişe sahip. 21. yüzyılda Türkiye, yaşanan tüm iniş çıkışlara rağmen, Batı ile ilişkisinin korunması ve geliştirilmesi yönündeki inancını sürdürüyor. Bununla birlikte ABD ile olan ilişkisinde derin görüş ayrılıkları ve krizler içinde. Türkiye’de son yıllarda yapılan kamuoyu anketlerinde “Türkiye için tehdit oluşturan ülkeler” sıralamasında ABD ilk sıradaki yerini koruyor.
Kadir Has Üniversitesi tarafından yayınlanan Türk Dış Politikası Kamuoyu Algıları Araştırması 2021 Raporu’na göre terör sorunu başta olmak üzere, iç ve dış konjonktüre bağlı olarak, ABD’nin Türkiye için önde gelen tehdit ülke olduğunu düşünenlerin oranı nüfusun yarısından fazla. Beş kişiden üçü ABD ile Türkiye ilişkilerini negatif tanımlarken, bunun önde gelen sebebi terörle mücadeledeki görüş ayrılıkları olarak belirtiliyor. Bununla beraber, nüfusun yüzde 54’ü NATO üyeliğimizin devam etmesi gerektiğini düşünüyor ve buna temel gerekçe olarak olası bir saldırı durumunda Türkiye’nin NATO’dan alacağı desteği gösteriyor. Türkiye’nin devam eden Avrupa Birliği (AB) üyelik çabasında yaşanan “engellemenin” ise “din ve kimlik farklılıkları” olduğu düşüncesi öne çıkıyor. Buna rağmen üniversite ve üstü eğitim alan nüfusun yüzde 63’ü, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklemeye devam ediyor.[3] Görünen o ki, Türkiye bir yandan Batı ile derin bir güven sorunu yaşıyor. Diğer yandan söz konusu coğrafyayla ve kurumlarıyla olan askeri, kültürel ve finansal birlikteliğini devam ettirmek istiyor.
Türkiye-ABD ilişkilerinde artan güven kaybı
Terör örgütleri PKK/YPG’ye destek, FETÖ ile mücadelede yalnız bırakılma, S-400 krizi ve F-35 programından çıkarılmayla birlikte Türk kamuoyu ABD’yle olan ittifak ilişkisini anlamlandırmakta zorlanıyor. Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinde ulusal çıkarlar ve bu çıkarlara ulaşma yöntemlerinde giderek artan farklılıklar dikkat çekici ve iki taraf arasında kritik bir ayrışma söz konusu. Önceleri Irak’ın, şimdilerde ise Suriye’nin kuzeyinde yaşanan hareketlilik ve yabancı güçlerin bu bölgedeki etkinliği nedeniyle ulusal birlik ve toprak bütünlüğüne yönelik güçlü bir tehdit algılayan Türkiye, bu algıyı yok etme yönünde Washington’dan beklediği desteği ne yazık ki göremiyor. Ulusal çıkarlar bağlamında iki müttefik, ittifak ilişkisinin sınırlarını zorlar derecede ayrışıyor. Ankara’dan gelen tüm uyarılara rağmen ABD’nin, Suriye’de YPG’ye verdiği desteği devam ettirmesi bunun kanıtı. Bu hata, bölgesel ve küresel düzeyde Türkiye’yi ABD’ye rakip güçlere daha çok yaklaştırma riski taşıyor. Küresel düzlemde yaşanan rekabet de Rusya ve Çin seçeneklerini Ankara’nın önüne daha güçlü bir şekilde koyuyor.
S-400 ya da F-35 krizi de tıpkı FETÖ sorunu gibi, Türkiye’yi sürekli olarak köşeye sıkıştırma çabasının ürünü. Bu da kamuoyundaki Amerikan karşıtlığını daha çok körüklüyor. Son yıllarda yaşananlar bir “eksen kaymasından” ziyade, “eksen karmaşası”na tekabül ediyor.
Kaos çağında ulusal çıkar arayışı ve değişen küresel dengeler
Dünya, kimilerine göre bir kaos, kimilerine göre ise bir endişe çağından geçiyor. “Geçiş süreci” olarak tanımlayabileceğimiz bu dönemde, ABD de 21. yüzyıl Büyük Strateji'sini netleştirmekte zorlanıyor. Hiç olmadığı kadar bölünmüş, kutuplaşmış yapısıyla Amerikan kamuoyu da önünü görmekte, ortak bir dış politika stratejisi üretmekte zorlanıyor. Bunun nedeni de başta değindiğimiz ikinci kimlik krizine tekabül ediyor. Amerikan kamuoyu çok sayıda mikro katmana ayrılmış kimlik yapısıyla, Huntington’ın “Biz kimiz?” sorusuna yanıt veremeyecek durumda.[4] Amerikalılar gelecek konusunda endişeli; sisteme ve kurumlara olan inanç zayıflıyor ve dış politikada ortak bir düşman ve ortak bir çıkar tanımı yapmakta zorlanıyor. Bu ise ABD için özellikle Çin ve Rusya ile mücadelesinde geride kalma riski yaratıyor ve çelişkili dış politika hamlelerinde bulunmasına sebep oluyor. Türkiye ile ilişkisinde yaşanan tıkanıklığa bir de bu çerçeveden bakmak ve ABD’nin çıkmazını farklı açılardan okumak gerek. Nitekim Washington, sadece Türkiye ile değil, Fransa ve Almanya başta olmak üzere pek çok eski müttefiki ile sıkıntılı günler geçiriyor. Fransa’yı Avusturalya, Birleşik Krallık ve ABD Üçlü İttifakı (AUKUS) hamlesi ile küstürürken, Almanya’ya da Rusya’ya bağımlı olacağı endişesi ile Kuzey Akım 2 projesi üzerinden baskı uyguluyor.
Soğuk Savaş ezberleri artık dış politika yapımında yeterli malzeme sunamıyor. Karşımızda yepyeni dinamiklerle şekillenen çok-katmanlı bir dünya var. Elbette “Yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de o dünyada yerini alır”. Ancak bu süreç, dikkatle oynanacak yepyeni “akıl oyunları” gerektiriyor. İdeolojik bütünlük duygusu içinde, kurulacak yeni dünyada üstleneceğimiz rolü hep birlikte belirginleştirebilirsek, toplum olarak kimlik krizleriyle bezeli dönemden, olgunlaşmanın ve hedefe giden yolda azim ve kararlılıkla çalışmanın önünü açmamız kolaylaşacaktır.